1. /geek/
(isim) 1. Moda ve sosyallik açısından yetersiz kişi. 2. Bir konuya aşırı ilgi duyan. 3.
‘Geek’ kelimesinin anlamına sözlükten bakma ihtiyacı duyan kişi.
―KÖKEN İngilizcede ‘aptal’ anlamına gelen geck.
1
2. Adım Harriet Manners ve ben bir geek’im1.
Evet, bir geek olduğumu biliyorum çünkü daha biraz önce, bu kelimenin anlamına Oxford
İngilizce Sözlük’te baktım. Kendimde gözlemlediğim tüm belirtilerin yanına küçük birer işaret
koydum. Aslına bakarsanız, tüm belirtiler bende var gibi.
Gerçekten dürüst olmam gerekirse, bu benim için hiç de büyük bir sürpriz olmadı.
Komodinimin üzerinde her zaman bir Oxford İngilizce Sözlük bulunduruyor olmam bunun bir
göstergesi olmalıydı zaten. Sözlükteki ilginç yerlerin altını düzgün bir şekilde çizebileyim
diye sözlüğün hemen yanında da Doğa Tarihi Müzesi’nden alınmış bir kurşunkalem ve cetvel
olması da başka bir göstergeymiş aslında.
Aa, bir de, okul çantamın dış cebinin üzerine kırmızı tükenmez kalemle GEEK
yazılmış olması var tabii. Bu, dün yazılmış.
Bu kadar düzgün olmamasının dışında, şöyle görünüyor:
GEEK
Elbette bunu ben yazmadım. Kendi okul çantama böyle bir şey yapmam saçma olurdu
zaten. Kendi malıma zarar vermek isteseydim, gerçekten iyi bir kitaptan etkileyici bir satırı ya
da çok insanın bilmediği ilginç bir bilgiyi yazmayı tercih ederdim. Hem de bunu kesinlikle
kırmızıyla yazmazdım. Siyahla yazardım ya da maviyle, belki de yeşille. İnsan gözünün
algılayabildiği en uzun ışık dalga boyuna sahip renk olsa da, kırmızıyı pek sevmem.
Açık konuşmam gerekirse, çantamın üzerine bunu kimin yazdığını -bazı şüphelerim
olmasına rağmen- aslında bilmiyorum; ama size, bunu yazan kişinin el yazısının neredeyse
okunaksız olduğunu söyleyebilirim. Belli ki bu kişi, geçen hafta İngilizce dersimizde el
yazısının çok önemli bir ‘Benlik İfadesi’ olduğu anlatılırken dersi dinlememiş. Bu, oldukça
işime geliyor aslında: Çünkü el yazısı düzgün olsaydı, benzer tonda bir kalem bulduğum anda,
1
ç.n. İngilizcedeki “geek” kelimesinin tam bir Türkçe karşılığı yoktur. “Gîk” şeklinde telaffuz edilen bu kelime, özellikle
gençler arasında, az bilinen ya da oldukça spesifik bilgi alanlarına kimi zaman saplantılı biçimde hayran olan kişiler için
kullanılmaktadır. “Geek”lerin çok zeki ve asosyal oldukları kanısı yaygın olsa da, her “geek” illâ ki çok zeki ve/veya asosyal
olmayabilir.
3. G ve E’nin arasına bir R sıkıştırıp2; bu, aslında Antik Çağ’a ya da feta peynirine olan ilgime
bir göndermeymiş gibi yapabilirdim.
Doğrusu çedar peyniri tercih ederim; ama bunu kimsenin bilmesine gerek yok.
Her neyse, konumuza dönelim: Okul çantam, isimsiz vandal ve Oxford İngilizce
Sözlük birbiriyle aynı fikirdeymiş gibi göründüğüne göre, ben de ancak gerçekten bir geek
olduğum sonucuna varabilirim.
Örneğin; ‘geek’ kelimesinin eskiden, sahne şovlarının bir parçası olarak canlı bir
tavuğun, yılanın ya da yarasanın başını ısırarak kopartan karnaval sanatçılarını betimlemek
için kullanıldığını biliyor muydunuz?
Evet, böyle bir şeyi ancak bir geek bilir.
Sanırım ironi dedikleri şey tam da bu.
2
ç.n. İngilizcedeki “Greek” kelimesi, Türkçede “Yunan; Yunanistanlı; Yunanca” anlamlarına gelmektedir.
4. 2
Artık kim olduğumu bildiğinize göre, nerede ve ne yapmakta olduğumu da bilmek istersiniz,
değil mi? Kişi, olay ve mekân. İşte, bir hikâye bunlardan oluşur. Bunu, Bir Hikâyeyi
Oluşturan Şeyler adlı bir kitapta okumuştum. Bu kitap, şu an anlatacak bir hikâyesi olmayan,
ama olduğunda bunu tam olarak nasıl anlatacağını bilen biri tarafından yazılmış.
Başlayalım öyleyse.
Aylardan aralıktayız; -yaklaşık on dört kat örtünün altına büzüşmüş bir şekilde-
yatakta yatıyorum ve şu anda ısınmaya çalışmaktan başka hiçbir şey yapmıyorum.
Aslına bakarsanız, sizi ya da herhangi başka birini kaygılandırmak istemem ama
sanırım gerçekten çok hastayım. Ellerim soğuk ve terli, midem bulanıyor ve on dakika
öncesine göre belirgin bir şekilde daha solgunum. Ayrıca, yüzümde bir çeşit şey gibi, hımmm,
kurdeşen olarak tanımlanabilecek bir şey var. Küçük kırmızı noktacıklar, yanaklarıma ve
alnıma tamamen gelişigüzel bir şekilde dağılmış ve hiç de simetrik değiller. Çenemde
kocaman bir tane var. Bir tane de sol kulağımın tam yanında.
El aynası olarak kullandığım CD’nin arkasına bir kez daha bakıyor ve olabildiğince
yüksek bir sesle inliyorum. Hiç şüphe yok ki çok hastayım. Bu tehlikeli enfeksiyonu diğer,
muhtemelen daha dirençsiz, bağışıklık sistemlerine bulaştırmayı göze almak hata olur. Bu
hastalıkla tek başıma mücadele etmek zorundayım.
Tüm gün boyunca ve hiçbir yere gitmeden.
Burnumu çekerek, yorganımın altında birazcık kıpırdanıp karşı duvarda asılı duran
saatime bakıyorum. (Çok zekice. Sanki bulundukları yere yeni düşmüşler gibi, tüm sayıların
sadece alt tarafı boyanmış. Ancak bu, acelem olduğunda saatin kaç olduğunu bir nevi tahmin
etmem gerektiği anlamına geliyor.)
Sonra gözlerimi kapıyor ve içimden sayıyorum:
10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2…
Tam bu anda, her zamanki gibi tam zamanında, kapı açılıyor ve odada bir kıyamet
kopuyor. Odanın her bir yanını saç, el çantası, palto ve kollar kaplıyor. Sanki bir kız etrafa
saçılmış gibi. Bir çeşit kız bombası yani.
İşte o anda, tam da zamanında gerçekleşmiş bir sihir gibi, Nat karşımda.
5. Bilin diye söylüyorum Nat, benim en iyi arkadaşımdır ve o kadar benzer düşünürüz ki
sanki doğumda iki parçaya ayrılmış tek bir beynimiz ya da doğumdan kısa bir süre sonra
birleştirilmiş iki beynimiz (belki de bu daha olası) var gibi.
Oysa tanıştığımızda her ikimiz de beş yaşındaydık. Mecazi olarak konuşuyor olduğum
açık olsa gerek. Yoksa her ikimiz de ölü olurduk.
Söylemeye çalıştığım şey şu; yakınızdır, uyum içindeyizdir, tıpa tıp aynıyızdır.
Mükemmel bir bilinç akışı3 gibiyizdir, aramızda tek bir zıtlık bile yoktur.
Mükemmel, tam bir sinerji içinde hareket ederiz. Deniz Dünyası’ndaki tam aynı anda
sıçrayıp topu birbirlerine atan iki yunus gibi.
Her neyse, Nat içeriye doğru bir adım atıyor, bana bakıyor ve sonra ellerini beline koyuyor.
Örtülerin altından, “Günaydın,” diye kurbağa gibi bir ses çıkarıyorum ve sonra şiddetli
bir şekilde öksürmeye başlıyorum. İnsan öksürüğünün hızı kabaca 100 km/h’dir.
Kendiminkiyle övünmek istemem ama benim öksürüğümün hızı en az 108 km/h’yi ya da 116
km/h’yi bulur. Gerçekten kötü bir öksürüktür yani.
“Aklından bile geçirme,” diye çıkışıyor Nat.
Öksürmeyi kesiyorum ve gözlerimi olabildiğince kocaman açarak en şaşkın halimle
ona bakıyorum. “Hı?” diyorum masumca. Sonra, tekrar öksürmeye başlıyorum.
“Çok ciddiyim. Bunu aklından geçirmeyi bile aklından geçirme.”
Neden bahsettiğine dair hiçbir fikrim yok. Ateş, beynime vurmuş olmalı.
Gözlerimi kapatıp elimi alnıma koyarken “Nat,” diyorum dermansızca. Sanırım
oldukça ciddi bir hastalığa yakalandım. Eski halimden eser yok artık, kuruyup kaldım. “Kötü
bir haberim var.” Ardından tek gözümü açıp odaya şöyle bir göz atıyorum. Nat’in elleri hâlâ
belinde.
“Dur, tahmin edeyim,” diyor kuru bir sesle. “Hastasın.”
Hafifçe ama cesur bir şekilde gülümsüyorum. Aynı, Aşk ve Gurur’da, Jane’in çok kötü
üşütüp yataklara düşse de büyük bir dirençle Lizzy’ye gülümsediği gibi. “Beni çok iyi
tanıyorsun,” diyorum sevgi dolu bir sesle. “Sanki tek bir beynimiz var gibi, Nat.”
“Eğer seni ayaklarından sürüyerek o yataktan çıkarmayacağımı sanıyorsan, çok
yanılıyorsun.”
Nat bana doğru birkaç adım atıyor. “Ayrıca, rujumu geri istiyorum,” diye ekliyor.
3
ç.n. ‘Stream of consciousness’ (İng.), İşlevsel Psikoloji’nin öncüsü William James'in (1842-1910); bilincin kesintisiz,
dinamik bir düşünceler, duygular, anılar, imajlar akışından oluştuğu görüşünü ifade etmek için kullandığı terimdir.
6. Hafifçe öksürerek boğazımı temizliyorum. “Rujunu mu?”
“Tüm suratına benek yapmak için kullandığın rujumu.”
Ağzımı açıyorum, ama sonra geri kapatıyorum. “Onlar ruj değil,” diyorum kısık bir
sesle. “Tehlikeli bir enfeksiyon bu.”
“O zaman, şu senin tehlikeli enfeksiyonun pırıl pırıl parlıyor, Harriet ve ne tesadüftür
ki tam da yeni ayakkabılarımın rengine uyuyor.”
Sadece gözlerim ortada kalana kadar yatağın içine doğru iyice kayıyorum.
“Bugünlerde enfeksiyonlar ilerlemiş durumda,” diyorum olabildiğince büyük bir ciddiyetle.
“Bazen de ışığı yansıtıyorlar.”
“Bu enfeksiyonların altın renkli simleri de mi var?”
Nat’e meydan okurcasına çenemi yukarı doğru kaldırıyorum ve “Bazen,” diyorum.
Nat burun kıvırarak kötü kötü bakıyor bana. “Peki! Yüzün de talk pudrası üretiyor,
öyle mi?”
Hemen burnumu çekiyorum. Of, ayvayı yedim. “Hasta insanları kuru tutmak
önemlidir,” diyorum olabildiğince havalı bir şekilde. “Nem, bakterilerin üremesine neden
olabilir.”
Nat, yine iç geçiriyor. “Çık yataktan, Harriet!”
“Ama…”
“Çık şu yataktan!”
“Nat, ben…”
“Çık, hemen!”
Panikle gözlerimi yorgana doğru kaydırıyorum. “Ama giyinik değilim, pijamalıyım.”
Ümitsizce, son bir kez daha şansımı deniyorum. “Nat,” diyorum tavrımı değiştirip en ciddi, en
etkili ses tonumu kullanarak. “Anlamıyorsun. Eğer yanılıyorsan, kendini nasıl hissedeceksin?
Kendine nasıl katlanacaksın? Ölmek üzere olabilirim.”
“Aslında haklısın,” diyerek onaylıyor beni Nat, bana doğru iki adım daha atarken.
“Ölmek üzeresin. Çünkü seni gerçekten öldürmeme sadece birkaç saniye kaldı, Harriet
Manners ve eğer böyle bir şey olursa, kendimle gayet barışık yaşayacağım. Hemen çık şu
yataktan, seni küçük sahtekâr.”
“Hastayım.”
“Değilsin!”
“Ölüyorum.”
“Hayır! Ölmüyorsun.”
7. Ben daha kendimi koruyamadan, Nat aniden üzerime doğru bir hamle yapıyor ve
üstümden örtüyü çekip alıyor.
Sonra, uzun bir sessizlik oluyor.
“Ah Harriet…” diyor sonunda Nat, üzgün ama aynı zamanda zafer kazanmış bir sesle;
ama ona söyleyebilecek çok da bir şeyim yok aslında.
Çünkü ayakkabılarım da dâhil olmak üzere tamamen giyinik bir halde yatakta
yatıyorum. Bir elimde talk pudrası, diğerinde de parlak kırmızı bir ruj var.